Elimizdeki Kaşık; Yaşadığımız Topraktan Olmalı

Haber Utrecht Köşe yazarlarından Sadullah Çelik’in yeni köşe yazısının konusu ”Elimizdeki Kaşık Yaşadığımız Topraktan Olmalı” başlıklı yazısının devamını siz değerli okurların beğenisine sunuyoruz.

Çok önemli bir başlık altında toparlamaya çalıştığım yazılarımı sizlerle paylaşmak istiyorum. İçini kendi başıma doldurabilir miyim bilmiyorum, ama deneyeceğim.

Kendi cemiyetimiz ile diğerleri arasında mukayese yapabilecek kadar kendimiz hakkında bilgi sahibi olmalıyız. Kalkıp bu saatten sonra Hac ibadeti bu sene de Kurban Bayramın’a denk geldi dememek için biz ne olduğumuzu, neden olduğumuzu ve nerede bulunduğumuzu iyi bilmemiz lazım. “Avamın mezhebi yoktur, avamın mezhebi müftünün verdiği fetvadır.” Bizler sadece müftünün verdiği fetvayla mı yetiniyoruz yoksa fetva ile takva arasındaki ince çizgiden haberimiz var mı? Ya da dikkatlerimizi bu konu üzerinde yoğunlaştırabiliyor muyuz?

Maddi manevi yatırımlar genelde Avrupa dışına yapılmaktadır.

Yardımlar, birikimler, elde edilenler…Tabii ki yardıma ihtiyaç duyan ülkelere, müslümanlara ve özellikle Türkiye’mize yardım edeceğiz, kasttetiğim mana bu değil. İlk gelen kuşak vatana dönme ümidiyle yemedi içmedi ve iyi para biriktirdi dönemeyince yastıkların altı kabarmaya ve taşmaya başladı bunun kokusunu alan yeşil sermaye tüm kurumlarını kullanarak hatta dindarlığı da, bu maddi gücü heder etti, mahvetti. Geride yıkık, dökük aileler bıraktı ve güven denen güzelliği tüm gözler önünde infaz etti.

İkinci kuşak da ilk kuşak kadar olmasa da parasını değerlendirmek için zevklerinden ve isteklerinden vaz geçerek kazancını biriktirdi, bu sefer fabrikalara ortak girmedi kendisinin bulduğu tarla, ev, bağ-bahçe ve dükkan almaya çalıştı ve buralardan bazı kimseler kazanç elde etti daha da ediyor. Bazı kimseler ise aldığı yerlerden muzdarip yani sahip olduğu mal veya taşınmaz ile başı belada. Bazı gurbetçiler de ortak girdiği kimseler tarafından sömürülmüş ya da iflasın eşiğine sürüklenmiştir.

Yani bu konuyu anlaşılır kılmak için şöyle bir sonuca gidebiliriz.

Avrupa’da kazanılan şeyler ne gurbetçilere ne de Türkiye içinde yaşayanlara yar olmadı bu gidişle de olmayacak gibi…Yeni kuşağın böyle bir derdi yok; yatırım yapma gibi bir düşünceleri yok, ayrıca yapılan yatırımlara da karşılar. Korkulan şu ki;Yeni kuşağın Türkiye ile bağlantısı ve sıla-i rahim yapacağı insanlar da azalmakta o sebeple vatanda az kalıyorlar sanki bir tatil ülkesi gibi sonra geri dönüyorlar. Gelecek yıllarda bu yeni kuşak dedelerinin ya da babalarının yaptığı yatırımları veya taşınmazları satıp o parayı tekrar Avrupa’ya getirmeleri beklenilmeyen bir şey değildir. Düşünün o yatırımları yapan insanlar ne kadar sıkıntı çekmişlerdi, sırtına aldığı o yükü sağlam bir yere yani vatana bırakmanın sevincini yaşamıştı yıllarca. O zaman ne yapalım, hiç yatırım yapmayalım mı? Ev, tarla almayalım mı? Elbette bunları alacağız ama biz hep vatana yapacağımız yatırımları hayal ediyoruz ama ıskaladığımız görmezden geldiğimiz bir gerçek duruyor önümüzde “burada da bir hayatımızın olduğu” Burada da desteklenecek çocukların, gençlerin ve yaşatılması gereken bir kültürün olduğu. Geri dönme (memlekete) hayallerimiz hep canlı kalsın bu bizlere zarar vermez hatta canlı tutar, dirilik verir, yalnız herkes istese de buralardan dönemeyecek o yüzden arkada kalacak insanımıza bırakabilceğimiz sağlam kurumlar, takip edilebilecek bir kültür ve yıkılmaz bir karakter olmalıdır. Mevcut problemlere çözüm bulmak için, içten dışa mı yoksa dıştan içe doğru mu hareket edeceğiz? Bunları bir an önce düşünmemiz lazım. Burada yaşayan insanların buhranları ile Türkiye’de yaşayan insanların buhranları aynı olabilir mi? İçtimai sorunlar her yerde aynı mı? Medyatik gücü elinde bulunduran kişilerin buralara getirilmesi elbette birilerinin işine yarayacaktır, bizlerin işine ne kadar yarıyor bunların hesap edilmesi gerekiyor.

Türkiye şartlarında yetişen bir psikolog’un, sosyolog’un ya da başka dallarda ihtisas yapmış kişilerin Hollanda ülkesinde yaşayan iki kültürlü ve iki dilli ve çok ayrı bir ortamda yetişen bu gençlere ne kadar faydası olabilir. Bir ülkenin dilini, kültürünü, tarihini bilmeden. Sokaklarını, çarşılarını, hastanelerini, hapishanelerini, karakter ve yapılarını tetkik etmeden bu ülkede yaşayan insanlara faydalı olamazsınız. İçerde meydana gelmiş bir problemi dışardan birileri anlayamaz. Ancak bir insan yaşadığı ülkenin ya da kültürün problemlerine yönelik çözümler sunabilir. Yani bizler kendi yaramıza kendi ilacımızı bulmak zorundayız ayrıca geliştirip kullanılır hale getirmeliyiz.

İkamet ettiğimiz bu ülkelerde yaşayan, okuyan, kültürünü, dilini ve karekteristik yapıyı iyi bilen psikolog, sosyolog ve daha nice dallarda ihtisas yapmış kişilere ihtiyaç vardır. Onların öne çıkması için çalışmalar yapılmalı ya da onların çalışmaları desteklenmeli. Hatta onların rahat okuyabileceği ortamlar oluşturulmalı ve eğitimini sorunsuz halletmesi için çalışmalar yapılmalı gerekirse onlara maddi destek de sağlanmalı ve burada okuyan ya da ihtisas yapan kişiler her zaman iki türlü düşünmek zorunda hem inandığı değerlerden hem aldığı kültürden dolayı. Bir yandan maddi yatırımlar devam ederken bir yandan da manevi yatırımlar devam etmeli yani insana yapılacak olan yatırımlar bizleri daha fazla motive etmeli yapmamız gereken bir işimizin olduğu bilinciyle bu işleri, görevleri yapmalıyız. Bu dünyadaki en güzel yatırım insana yapılan yatırımdır.

Bir de dışardan bu ülkelere yardım toplama amaçlı gelenler her zaman buralardan bir şeyler götürmüşlerdir ama hiç bir zaman buralara bizim işimize yarayacak ya da yaramıza merhem olacak şeyler getirmemişlerdir/getirememişlerdir. Buralarda vatan hasretiyle yaşayan insanlar daima mağdur edilmiştir ve buralara gelen diplomalı diplomasız, ağzı iyi laf yapan ya da ağzı iyi laf yapamayan, sanatçı veya iş adamı hepsi buralardan istediğini aldılar ama hiç biri Avrupa’da yaşayan gurbetçilere bir proje, plan ya da hedef göserememiştir, Yıllar önce gurbetçiler buraya ne niyetle getirilmişse ne yazık ki o niyetin bir adım ilerisine doğru bir hamle yapılamadı o halde; bizler tırnaklarımızın değerini bileceğiz.

Avrupa ülkelerinde özellikle Hollanda’dan bahsetmek istiyorum. Hz. Adem (a.s.)’ın zürriyetinden, Hz. İbrahim (a.s.)’ın milletinden, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ümmetinden ve Türk kimliğimizden haberdar olduğumuzu ispatlamak için; Burada özellikle çocuklar 7-8 yaşına girdikleri zaman 12 yaşına kadar hafta içi okula gittikleri gibi hafta sonu da yani hem cumartesi hem de pazar günleri sabah başlayıp öğlen namazına kadar camilere, vakıflara, derneklere giderler bu bilinci ve karakteri öğrenmek ve sağlam tutmak için, büyük fedakarlıklar gösteren anne, babalar ve eğitimciler bu işi bıkmadan, usanmadan yıllarca devam ettirirler. Yani hafta içi normal okul devam ederken hafta sonu da dini ve milli dersler ve kurslar devam eder en az beş yıl sürecek bir eğitim temposu başlatılmış olur. Bilmiyorum bu müfredat sadece Hollanda’ya mı has? bu beş yıllık hafta sonu dini, ilmi ya da kültür programını mesela bir tohum kabul etsek Hollanda topraklarına uyumlu ve ürün veren. Acaba bu tohumu Türkiye topraklarında da denesek bir sonuç alabilir miyiz? bu işi tohumdan, topraktan anlayan ve isimlerinin başında “titr” olan zatlara bırakıyorum. İmansız ve idealsiz nesiller türetildi, demek işin en kolay yanı. Eğitim bizde biraz flu/bulanık ayrıca mühmel/ihmal edilmiş ve ötelenmiş bir sorun. Peki ne yapılmalı? İşte bu soruyu cevaplandıracak kişiler lazım bu yönde proje, plan ve müfredat üretecek endişe sahibi kimseler. Yani bir anlamda eğitim seferberliği başlatılmalı.

Hafız Şirazi insanı şöyle tarif ediyor;”İnsan, yek katre-i hunest, hezeran endişe” Anlamı: İnsan, bir damla kan, binbir türlü endişe.

Selam ve dua ile…

Related Posts

s c

Bir yanıt yazın

Send this to a friend